18 Ocak 2017 Çarşamba

KİŞİSEL KURUMSALLAŞMA
Her İK cının yapığı gibi kurumsallaşma ile ilgili bir yazı yazmak istedim. Emin olun bu sıkıcı bir yazı olmayacak. Hatta yazımı kurumsallaştırmayacak, tam tersine olabildiğince “insan müdahaleli” yapacağım. Lakin ortaya bir felsefe koyarak.  “Ortaya felsefe koyduk mu sıkıcı bir yazı olması kaçınılmaz” demeyin. Okuyun, pişman olmayacaksınız.

Katıldığım bir İK konferansında konuşmacı “Kurumsallaşma İK ile başlar” demişti. Eeee nedir bu kurumsallaşma. Kısaca sistemin olabildiğince kişiye dayalı olmaması diyebiliriz. Ben İK cı olarak olabildiğince az insan müdahil sistemde nasıl başrolde olacağım peki.  Cevabı felsefemizde yatıyor işte.  İnsan Kaynakları olarak misyonumuz ne; “Mutlu Çalışanlar Yaratmak”. Ne zaman ki  “Mutlu Çalışanlar Yaratma” hedefimizi “Sistemselleşme” hedefimizle birleştirirsek hep beraber oturup Nirvana’dan  “You Now You’re Right” şarkısını dinleyebiliriz. Ve işte bu hedef için de temel mottomuz şu;  “İnsanlar hata yapmaz, sistemler insanların hata yapmasına müsaade eder”. Nerden duydum bilmiyorum bu lafı. Beklide ben yazdım(veya uydurdum diyelim).  Hz google da afişe ettim, sahiplenen çıkmadı.  Neyse pek de bir önemi yok zaten. Önemli olan ne demek istediğini içselleştirmek. Sürekli kendimi eleştirdiğim bir konu var. Ben hata yapınca insanlara kızamıyorum. Daha çok tolere ediyorum.  Ama keskin dişli çarklar bütünseli olan iş hayatında ilerledikçe baktım ki bu benim yönetsel işlerimi yapmamı engelliyor. Her konuya müdahil oluyor, hem uygulamacı hem denetleyici işlevlerini gerçekleştiriyorum. Bu sebeptendir benimle çalışanların hep çok memnun ve mutlu olması (kendime övgümü, yergi mi bilemedim).  Kendi açımdan sürdürebilir olmayan bu yapının değişmesi gerekliliği hâsıl olunca, önüme iki sapaklı bi yol çıkıverdi. Ya değişecek ve hata yapan personelime yaptırımlarda bulunacaktım. Ya da yaptırımlarda bulunmayan, yani tolere eden yapımdan ödün vermeden bir çözüm bulacaktım. Ben zor olanı seçtim ve ortaya yazımızın özü “İnsanlar hata yapmaz, sistemler insanların hata yapmasına müsaade eder” cümlesi çıktı. İnsanların hata yapmasına müsaade etmeyecek bir sistem kurarsam kimseye hatasından dolayı yaptırım uygulamak zorunda da kalmam. Evet biraz Ütopik. Ama olsun ben ütopyaları severim ve size de şiddetle tavsiye ederim. “ Tamam kardeşim laf kalabalığını bırak da bunu nasıl yapacağız ondan bahset” derdi eski bir yöneticim. Hemen uygulamaya geçelim o zaman. İş akışı çok basit aslında TESPİT ET-SİSTEM KUR-KONTROL ET-GELİŞTİR.  İnsanlar her hata yaptığında bu hatanın neden kaynaklandığının tespitini yapacağız öncelikle. Tabiî ki başrolde hatayı yapan arkadaşımız ve yöneticisi.  Ve şunu soracağız “ne olsaydı bu hatayı yapmazdın”. Emin olun herkes buna bir cevap veriyor. Hatta bazıları konu hakkında destan yazabiliyor. Rutin olarak öğleden önce vermesi gereken bir raporu vermeyen bir personelin hatasını o gün servisin 5 dk geç gelmesine bağladığına şahit oldum yani.  Eee bunları analiz etmek de bizim işimiz. Hep beraber o hatanın tekrar etmemesi için nasıl bir tedbir almamız gerektiğini tartışıp, orta bir yol bulunacağınızdan emin olabilirsiniz. Ve sistem bulunan çözüme göre güncellenir.  Sonrasında hata yapılan konu daha da bi dikkat ve ehemmiyetle kontrol edilir. Hata tekrar ediliyorsa süreç başa döner. Yeni çözüm yolları araştırılır. Ama hata yapmayı engelleyecek tedbir muhtemelen yeni bir iş yükü anlamına geliyordur. Geliştirme kısmı ise burada devreye giriyor. Olay, “En az iş yükü ile nasıl tedbir alabiliriz” in üstüne gitmekte.  Birde bu felsefeyi öncelikle kendi biriminizde uygulamaya başlayıp tüm organizasyona empoze ederseniz birkaç dönem sonra değmeyin keyfinize. Hata yaptı diye tutanak-savunma-ihtar süreci yaşamayan çalışanlar. Az hatalı sistemi kolay kontrol eden yöneticiler. Yani “Sistemsel Mutlu Çalışanlar”JJ. Yine tamamen kişisel olacak bir sonraki yazımızda görüşmek üzere.

29 Aralık 2016 Perşembe

Asgari Ücret Oyunları


Bildiğiniz üzere 2017 yılı için geçerli olacak gelir vergisi dilimleri açıklandı. Çalışanların brüt ücretleri üzerinden hesaplanan gelir vergisinin ilk dilimi 12.600 tl den Yaklaşık %3 lük bir artışla 13000 tl ye yükseltildi !!!. Aslında yükseltildi kelimesini kullanmak istemezdim çünkü pek bir yükselme değil ortaya çıkan. %20 , %27 ve %35 lik vergi dilimleri için rakamlar ise sabit tutuldu. Meslektaşlarım konuya zaten vakıflar ama ben basitçe tekrar anlatayım. Maaşımızın brütlerinden SGK işçi payı ve İşsizlik payı kesintileri yapıldıktan sonra ortaya gelir vergisi matrahı kalır. Bu matrahların yıl içindeki kümülatif toplamları ne zaman ki 13.000 tl yi aşar o zaman %15 değil %20 gelir vergisi ödemeye başlarsınız. Net maaş alan çalışanlar için bu vergi yüklerini işveren çeker. Ama benim asıl üstünde durmak istediğim konu Asgari ücretlinin hali. Asgari ücrete %8 civarı zam yapıldı. Ama asıl zam oranı %6,3. Bir vergi dilimi hamlesiyle zammın neredeyse  % 2 lik kısmı hoop uçmuş oldu. Kazanan ne işçi ne de işveren. Neden mi işçi %8 miş gibi görünen zamdan ancak %6,3 alabilecek. İşveren ise Zaten en başta %8 luk zammı göğüslemeye başlayacak. Tek kazanan var o da devlet. Şimdi kısaca %8 luk zammın nasıl vergi dilimi oyunuyla %6,3 ye düştüğünü anlatayım. En düşük  agi dahil Asgari ücretimiz 1.300 tl. %9 zam ile bu ücret ilk aylar için net  1.404 tl ye çıkıyor. 2017 yılı asgari ücretimizin brütü 1.777,50 tl.  Bu şu demek ; eylül ayından itibaren kümülatif gelir vergisi matrahı 13.000 tl yi aşmaya başlayacağından %20 gelir vergisi kesintisi devreye girecek. Yıl sonunda asgari ücretlinin maaşına baktığımızda ise ortalaması  1382,68 tl ye gelmiş olacak. Yani sene başında yapılan %8 lik zammın nerdeyse % 2 si aslında gelir vergisi oyununa  kurban gidecek. Çalışanlara bunu anlatmak ve kavgasını yapmakta her zaman ki gibi biz İK cılara düşecek. Umarım bir yasal düzenleme yapılır da Asgari ücretlimiz 12 ay net maaş alır. Ve temennimiz  şu oyunların asgari ücretliler üzerinden oynanmaması artık.

6 Nisan 2012 Cuma

KEŞKE SOYMASAYDINIZ HACI. Kule Soygunu

Ben StillerEddie MurphyCasey Affleck vs. vs. vs. iyi bir komedi beklemek suç sayılmaz değil mi. fakat keşke suç sayılsaydı ve biz ceza alıp bu filmi izlemeseydik. Tam bir klişeler karnavalı film. Tahminimizin dışında bir şey çıksa dişimizi kıracaz valla. Böyle filmler yönetmen filmi değil de senarist filmidir daha çok  Ocean's Eleven gibi mükemmel bir referansa sahip Ted Griffin için basit ötesi bir film olmuş. Yani Eddie Murphy de olmasa bir kaç kez bile sırıtmadan bitirecez filmi. Hoş bu filme komedi değilde "soygun" filmide denebilir fakat nerede o zekice soygun teknikleri.          "-Aşağı indirince ne yapacaz bunu."  "-Orada bir çaresine bakarız" kadar basit bir kurgu yani. boş vaktiniz varsa izleyin. ya da izlemeyin ya. gidin başka film izleyin. hiç bir şey bulamıyorsanız gidin Ocean's Eleven' ı yeniden izleyin. tabi ki yazının sonunda favori oyuncu açıklanacak.  Enrique Dev’Reaux karakterini canlandıran Michael Peña. iyi seyirler... 

15 Mart 2012 Perşembe

HAKLILARIN HAKLILIK SAVAŞI. Bir Ayrılık..


 Filmin konusunu özetlemek için başlığımız yeterli bence. Karşımızda bir başyapıt duruyor. Bunu söylememin nedeni başta Oscar olmak üzere aldığı bir çok ödül değil. İzleyici etkileyen, toplumsal mesajlar veren, eleştirisel yaklaşımı olan, felsefi düşünce yapısı olan ve de modern sinemanın olmazsa olmazı akıcılığa sahip. Filmi izlerken gülüyor musunuz? Hayır. Ağlıyor musunuz? Hayır. Heyecanlanıyor musunuz? Hayır. Fakat izlerken sıkılıyor musunuz? Ona da hayır. Bu güzel çelişkinin nedeni senaryonun mükemmel bir formüle sahip olması. Öyle yerlerde öyle olaylar oluyor ki filmden bir türlü kopamıyorsunuz.

Türk izleyiciler için aslında daha kolay filme ısınmak. Oyuncuların konuşmaları, vücut dilleri, kullanılan mekanlar bizim ülkemize hiç yabancı olmayan şeyler. Belki de bize tanıdık başkalarına değişik fakat herkese sıcak gelen bu unsurlar filmin bizi sarıp sarmalamasını sağlayan şey.

Yönetmen o kadar iyi ve hayran olunası karakterler yaratmış ki, insan dönüp bir bakıyor kendisine ve etrafına biz bu durumda olsak acaba bu kadar erdemli davranabilir miyiz diye.

Erdemli ve dürüst davranmak sadece dine de bağlı değildir, erdeme de. Beklide filmin en sağlam mesajı bu. Bunun yanında İran adli yapısına inceden bir bakış ve “toplumsal sınıflar arasında hayata bakış açısından aslında büyük farklar yoktur” önermesi filmin önemli malzemeleri olmuş.

O kadar çarpıcı birkaç sahne var ki filmden sonra oturup bunların üstüne düşünmemek elde değil. Tabii ki spoiler  vermemek adına bunlardan bahsetmeyeceğim. Ama uyarıyorum bundan sonra okuyacağınız cümlede ufak bir kaçamak yapıp spoiler vereceğim. filmin sonlarına doğru hizmetçi kadın ve kocası ateşli bir şekilde tartışırken adamın çok sinirlenip biz karısına vurmasını beklerken birden kendine vurmaya başlaması filmin içindeki unsurlarlada birleşince çok ama çok etkileyici oldu benim için.

Yönetmen bize bol bol iran trafiğini izletmeyide ihmal etmemiş. Araba içi çekimleri çok sevdiğini anlıyoruz yönetmenin ve aynı zamanda peugeot marka otomobilleri.

Favori oyuncum hizmetçinin kızı Somayeh’i  canlandıran Kimia Hosseini. Bu kadar gerçek oynayabilir mi bu yaştaki bir çocuk. İnanılmaz. Tabi alzheimerli babayı oynayan Ali-Asghar Shahbazi. Hasta birini oynamanın hep çok zor olduğunu düşünmüşümdür. Ve bunun altından o kadar güzel kalmış ki hayran olmamak elde değil. İyi seyirler…


13 Mart 2012 Salı

PARİS YAĞMUR ALTINDA DAHA DA BİR GÜZELDİR...Midnight in Paris


Geç kalınmış Oscar yolculuklarımdan birini yaptım bu gece Oscardan hak ettiğini bulamamış midnight in paris’le. Ve izledikden sonra gerçektende çok ama çok geç kalmış olduğumu bir kez daha anladım. Tam bir Woody Allen klasiği duruyor karşımızda. Yine bizi büyülemeye gelmiş sihirbazımız…

Zaten filmin en iyi özgün senaryo ödülünü almış olması senaryosu hakkında konuşmamızı gereksiz kılıyor. Eeeee şurada kalkıp Woody Allen hakkında ahkam tutacak halimiz yok. Sadece âcizane birkaç fikrimizi söyleyeceğiz o kadar. Öncelikle erkek izleyicilere uyarı Parisi görme hayali kuran eşiniz veya sevgiliniz varsa filmi izletmeyin. Aksi halde gitmeniz kaçınılmaz olacak. Merak ediyorum Woody Allen Fransa’dan bir reklam bedeli olarak ne kadar para talep etti acaba. Gerçi ne adar etse az kalır. Çünkü  bir şehir bu kadar iyi tanıtıla bilir. Turizm adına bu kadar çekici kılınabilir. Filmi izleyip de kim parisi yağmur altında dolaşmak istemez ki.

Bir hollywood senaristinin roman yazma amacının entelektüel ve fantastik bir Paris macerası diye özetleyebiliriz aslında filmi.

Karakterler harkulede filmde. Ve tabi bu karakterlere can verenler. Zaten hep beğendiğim bir oyuncu olan Owen Wilson zirvesini yapmış oyuculuğunun. Fakat favori oyuncum itici bir karakter canlandırmasına rağmen Rachel McAdams. “Bu kadar mı güzel olabilir bir kadın” hissini her bakışımda uyandırdığı için bende olabilir bu tercihimin sebebi itiraf edeyim..

Bu kadar güzel şey söylemişken şuna değinmeden edemeyeceğim. Aslında film kendinizi ezik hissetmenize neden olabiliyor. O kadar entelektüeliteye maruz kalıyoruz ki altında ezilmemek mümkün değil. Hoş gerçi bizi motive edici bir unsurda olabilir bu. İyi seyirler…

15 Şubat 2012 Çarşamba

SiYAH OLAN VENÜS MÜ ASLINDA.....

Bu ara Fransız filmlerine takmış (uzun bir aradan sonra tekrar) durumdayım. Aslında aradığım şey “Koku” tarzında bir filmdi. Fakat karşıma siyah Venüs çıktı. Konusu, gerçek bir hikayeden alınmış olması ve imdb puanı (6,7 aslında yüksek değil ama hatırı sayılır) sayesinde izlemeye karar verdim. Pişman mıyım? Hayır. Beğendim mi? Hayır. Nötr kaldım filme karşı. Güney Afrikalı “hilkat garibesi” denilecek kadar farklı bir fiziğe sahip kadının acılarla dolu Avrupa macerası diyelim filme kısaca. Sirkte sergileniyor, cinsel obje hatta fahişe oluyor. Ve en sonunda tabiri caizse kobay olup bilimin “hizmetine” giriyor. Ben aslında rahatsız edici filmleri seviyorum. Sinemanın rahatsız ederek farkındalık yaratma yönünün en önemli misyonu olduğuna inanıyorum hatta. Fakat bu film onu tam anlamıyla gerçekleştiriyor mu şüphelerim var. Tabiî ki “Freaks” gibi bir başyapıt(bana göre tabiî ki) beklemiyoruz fakat filmi ayakta tutmak adına yapılan tercihler yanlış bence.  Film aslında durağan olmayan bir konuya sahip. Yönetmenin elinde çok malzeme var filmi sürekli çekici kılmak için. Fakat yönetmen bu çeşitliliği kullanmak yerine cinsellik üzerine gitmeyi tercih ediyor. Bu da beni rahatsız ediyor. Ortada dolaşan o kadar çıplak kadın görmesekte biz o  gurubun sapkılığını anlardık sayın yönetmen. Yani film bir tık öteye gitse +18 olacak çok rahat. Ben köleleştirilmiş ilginç bir kadının ilginç hikayesini izlemek istiyorum halbuki.
Filmin en çekici yanı sonundaki ufak sürpriz oldu. Gerçi sürpriz bile denir mi bilmiyorum ama zekice diyelim. Kullanılan mekanlar, kostümler mükemmel. Fransızlar bu işi iyi yapıyor. Özellikle mahkeme sahnesi çok ilgimi çekti bu anlamda.
Filmde  Hendrick Caezar’ı canlandıran Andre Jacobs favori oyuncum oldu. Eee tabi Ana karakter Sarah’ı canlandıran Yahima Torres’ in hakkını da yemeyelim. İyi seyirler…

13 Şubat 2012 Pazartesi

3 İDİOTS. SLOMDOG MIILIONAIRE TADINDA...


 “Son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden” cümlesiyle başlayan bir yorum varsa karşınızda bence yorumu okumayın bile. Yorumu okumakla kaybedeceğiniz zamanı filmi izlemeye başlamak için kullanın. Kullanın ki bir an önce bu başyapıttan geri kalmayın. Bu önerime rağmen yinede yorumu okumaya devam edecekler olduğunu varsayıp ufak notlar vereyim filmden.

Aslında film bir arkadaşımın çok ama çok zekice “sınav kağıtları” bölümünü anlatmasıyla ilgimi çekti. “Ama çok iyi bir film değil” diye eklemesine rağmen o iyi fikir uğruna bile izlenir bu film dedim kendi kendime. Ve filmden sonra önce arkadaşıma sonrada kendime teşekkür ettim.

O kadar eğlenceli ki film bir saniyesinde bile sıkılmayacaksınız. Hikayesi baştan sizi alıyor içine. Hep bir merak unsuru var. Filmin aslında birden çok finali var. Merak ettiğiniz ve filmin sonunda öğreniriz artık dediğiniz bir çok şeyin cevabını filmin ortalarında öğrenmeye başlıyorsunuz. Bu yönü de Slumdog Millionaire’e benzetiyor filmi. Aslında en az onun kadar iyi bir film olmasına rağmen çok duyulmamış olmasının nedeni içinde bir Amerikan parmağının olmaması. Fakat bollywood sineması hollywood sinemasına karşı güçlü duruşunu devam ettiriyor.

Film eğlenceli olmasına rağmen aynı zamanda derin içeriğe sahip. “Hayallerinin peşinden koş” klişesini o kadar güzel işliyor ki klişe olmaktan çıkartıyor. Nesneleri (mesela kalem) o kadar güzel kullanıyor, öyle güzel anlamlar yüklüyor ki kaleme bile hayran kalıyorsunuz. Eee tabi bollywood filmi diyorsak müzik ve dans olacak. Danslar konusunda yorum yapmayacağım fakat müziklerini film bittikten sonra dinlemeye devam ettim. İlk dinleyişte bile oturuyor kulağa şarkılar. Bu yönüyle de slumdog’la çok rahat yarışır.

Yönetmen, senarist yada prodüktör. Kim ise bu filmin fikir babası ülkesini tanıtmayı ilke edindiği kesin. Hindistan hakkında o kadar çok öğreniyoruz ki filmde kalkıp gitsek zorlanmayacağız yani. Asıl önemli olan film bunu yaparken bırakın sıkmayı, acayip şekilde eğlendiriyor bizi.

Sadece eğlence mi var filmde. Kesinlikle hayır. Gözlerinizin dolacağı sahnelerde oldukça fazla.

Oyuncuları neredeyse tanımıyoruz. Bir tek  Rancho rolüyle izlediğimiz Aamir khan’ın Ghaniji filmini izleme şansı bulmuştum. Orada da çok farklı bir rolde iyi bir iş çıkarmıştı. Ayırmadan söylüyorum hepsi ama hepsi çok çok iyi oynuyorlar. Fakat ben her filmde bir favori oyuncu seçiyorum kendime. Bu filmde ise favorim Chatur rolüyle izlediğimiz Omi Vaidya. Abartılı oyunculuğu ve iticiliği ile muhteşem bir iş çıkarmış.

 Yorumu buraya kadar okuyup vakit kaybetmişseniz bile bari bundan sonra vakit kaybetmeyin ve bir an önce filmi izleyin lütfen. İyi seyirler….