6 Nisan 2012 Cuma
KEŞKE SOYMASAYDINIZ HACI. Kule Soygunu
Ben Stiller, Eddie Murphy, Casey Affleck vs. vs. vs. iyi bir komedi beklemek suç sayılmaz değil mi. fakat keşke suç sayılsaydı ve biz ceza alıp bu filmi izlemeseydik. Tam bir klişeler karnavalı film. Tahminimizin dışında bir şey çıksa dişimizi kıracaz valla. Böyle filmler yönetmen filmi değil de senarist filmidir daha çok Ocean's Eleven gibi mükemmel bir referansa sahip Ted Griffin için basit ötesi bir film olmuş. Yani Eddie Murphy de olmasa bir kaç kez bile sırıtmadan bitirecez filmi. Hoş bu filme komedi değilde "soygun" filmide denebilir fakat nerede o zekice soygun teknikleri. "-Aşağı indirince ne yapacaz bunu." "-Orada bir çaresine bakarız" kadar basit bir kurgu yani. boş vaktiniz varsa izleyin. ya da izlemeyin ya. gidin başka film izleyin. hiç bir şey bulamıyorsanız gidin Ocean's Eleven' ı yeniden izleyin. tabi ki yazının sonunda favori oyuncu açıklanacak. Enrique Dev’Reaux karakterini canlandıran Michael Peña. iyi seyirler...
15 Mart 2012 Perşembe
HAKLILARIN HAKLILIK SAVAŞI. Bir Ayrılık..
Filmin konusunu
özetlemek için başlığımız yeterli bence. Karşımızda bir başyapıt duruyor. Bunu
söylememin nedeni başta Oscar olmak üzere aldığı bir çok ödül değil. İzleyici
etkileyen, toplumsal mesajlar veren, eleştirisel yaklaşımı olan, felsefi
düşünce yapısı olan ve de modern sinemanın olmazsa olmazı akıcılığa sahip.
Filmi izlerken gülüyor musunuz? Hayır. Ağlıyor musunuz? Hayır. Heyecanlanıyor
musunuz? Hayır. Fakat izlerken sıkılıyor musunuz? Ona da hayır. Bu güzel
çelişkinin nedeni senaryonun mükemmel bir formüle sahip olması. Öyle yerlerde
öyle olaylar oluyor ki filmden bir türlü kopamıyorsunuz.
Türk izleyiciler için aslında daha kolay filme ısınmak.
Oyuncuların konuşmaları, vücut dilleri, kullanılan mekanlar bizim ülkemize hiç
yabancı olmayan şeyler. Belki de bize tanıdık başkalarına değişik fakat herkese
sıcak gelen bu unsurlar filmin bizi sarıp sarmalamasını sağlayan şey.
Yönetmen o kadar iyi ve hayran olunası karakterler yaratmış
ki, insan dönüp bir bakıyor kendisine ve etrafına biz bu durumda olsak acaba bu
kadar erdemli davranabilir miyiz diye.
Erdemli ve dürüst davranmak sadece dine de bağlı değildir,
erdeme de. Beklide filmin en sağlam mesajı bu. Bunun yanında İran adli yapısına
inceden bir bakış ve “toplumsal sınıflar arasında hayata bakış açısından aslında büyük
farklar yoktur” önermesi filmin önemli malzemeleri olmuş.
O kadar çarpıcı birkaç sahne var ki filmden sonra oturup
bunların üstüne düşünmemek elde değil. Tabii ki spoiler vermemek adına bunlardan bahsetmeyeceğim. Ama
uyarıyorum bundan sonra okuyacağınız cümlede ufak bir kaçamak yapıp spoiler
vereceğim. filmin sonlarına doğru hizmetçi kadın ve kocası ateşli bir şekilde
tartışırken adamın çok sinirlenip biz karısına vurmasını beklerken birden
kendine vurmaya başlaması filmin içindeki unsurlarlada birleşince çok ama çok
etkileyici oldu benim için.
Yönetmen bize bol bol iran trafiğini izletmeyide ihmal
etmemiş. Araba içi çekimleri çok sevdiğini anlıyoruz yönetmenin ve aynı zamanda
peugeot marka otomobilleri.
Favori oyuncum hizmetçinin kızı Somayeh’i canlandıran Kimia Hosseini.
Bu kadar gerçek oynayabilir mi bu yaştaki bir çocuk. İnanılmaz. Tabi
alzheimerli babayı oynayan Ali-Asghar
Shahbazi. Hasta birini oynamanın hep çok zor olduğunu
düşünmüşümdür. Ve bunun altından o kadar güzel kalmış ki hayran olmamak elde
değil. İyi seyirler…
13 Mart 2012 Salı
PARİS YAĞMUR ALTINDA DAHA DA BİR GÜZELDİR...Midnight in Paris
Geç kalınmış Oscar yolculuklarımdan birini yaptım bu gece
Oscardan hak ettiğini bulamamış midnight in paris’le. Ve izledikden sonra
gerçektende çok ama çok geç kalmış olduğumu bir kez daha anladım. Tam bir Woody Allen
klasiği duruyor karşımızda. Yine bizi büyülemeye gelmiş sihirbazımız…
Zaten filmin en iyi özgün
senaryo ödülünü almış olması senaryosu hakkında konuşmamızı gereksiz kılıyor.
Eeeee şurada kalkıp Woody Allen hakkında ahkam tutacak halimiz yok. Sadece âcizane
birkaç fikrimizi söyleyeceğiz o kadar. Öncelikle erkek izleyicilere uyarı
Parisi görme hayali kuran eşiniz veya sevgiliniz varsa filmi izletmeyin. Aksi halde
gitmeniz kaçınılmaz olacak. Merak ediyorum Woody Allen Fransa’dan bir reklam
bedeli olarak ne kadar para talep etti acaba. Gerçi ne adar etse az kalır.
Çünkü bir şehir bu kadar iyi tanıtıla
bilir. Turizm adına bu kadar çekici kılınabilir. Filmi izleyip de kim parisi
yağmur altında dolaşmak istemez ki.
Bir hollywood senaristinin roman
yazma amacının entelektüel ve fantastik bir Paris macerası diye özetleyebiliriz
aslında filmi.
Karakterler harkulede filmde. Ve
tabi bu karakterlere can verenler. Zaten hep beğendiğim bir oyuncu olan Owen Wilson zirvesini yapmış
oyuculuğunun. Fakat favori oyuncum itici bir karakter canlandırmasına rağmen Rachel
McAdams. “Bu kadar mı güzel olabilir bir kadın” hissini her bakışımda
uyandırdığı için bende olabilir bu tercihimin sebebi itiraf edeyim..
Bu kadar
güzel şey söylemişken şuna değinmeden edemeyeceğim. Aslında film kendinizi ezik
hissetmenize neden olabiliyor. O kadar entelektüeliteye maruz kalıyoruz ki
altında ezilmemek mümkün değil. Hoş gerçi bizi motive edici bir unsurda olabilir
bu. İyi seyirler…
15 Şubat 2012 Çarşamba
SiYAH OLAN VENÜS MÜ ASLINDA.....
Bu ara Fransız filmlerine takmış (uzun bir aradan sonra
tekrar) durumdayım. Aslında aradığım şey “Koku” tarzında bir filmdi. Fakat
karşıma siyah Venüs çıktı. Konusu, gerçek bir hikayeden alınmış olması ve imdb
puanı (6,7 aslında yüksek değil ama hatırı sayılır) sayesinde izlemeye karar
verdim. Pişman mıyım? Hayır. Beğendim mi? Hayır. Nötr kaldım filme karşı. Güney
Afrikalı “hilkat garibesi” denilecek kadar farklı bir fiziğe sahip kadının
acılarla dolu Avrupa macerası diyelim filme kısaca. Sirkte sergileniyor, cinsel
obje hatta fahişe oluyor. Ve en sonunda tabiri caizse kobay olup bilimin
“hizmetine” giriyor. Ben aslında rahatsız edici filmleri seviyorum. Sinemanın
rahatsız ederek farkındalık yaratma yönünün en önemli misyonu olduğuna inanıyorum
hatta. Fakat bu film onu tam anlamıyla gerçekleştiriyor mu şüphelerim var.
Tabiî ki “Freaks” gibi bir başyapıt(bana göre tabiî ki) beklemiyoruz fakat
filmi ayakta tutmak adına yapılan tercihler yanlış bence. Film aslında durağan olmayan bir konuya sahip.
Yönetmenin elinde çok malzeme var filmi sürekli çekici kılmak için. Fakat
yönetmen bu çeşitliliği kullanmak yerine cinsellik üzerine gitmeyi tercih
ediyor. Bu da beni rahatsız ediyor. Ortada dolaşan o kadar çıplak kadın
görmesekte biz o gurubun sapkılığını
anlardık sayın yönetmen. Yani film bir tık öteye gitse +18 olacak çok rahat.
Ben köleleştirilmiş ilginç bir kadının ilginç hikayesini izlemek istiyorum
halbuki.
Filmin en çekici yanı sonundaki ufak sürpriz oldu. Gerçi
sürpriz bile denir mi bilmiyorum ama zekice diyelim. Kullanılan mekanlar,
kostümler mükemmel. Fransızlar bu işi iyi yapıyor. Özellikle mahkeme sahnesi
çok ilgimi çekti bu anlamda.
Filmde Hendrick
Caezar’ı canlandıran Andre Jacobs
favori oyuncum oldu. Eee tabi Ana karakter Sarah’ı canlandıran Yahima Torres’ in hakkını da
yemeyelim. İyi seyirler…
13 Şubat 2012 Pazartesi
3 İDİOTS. SLOMDOG MIILIONAIRE TADINDA...
“Son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden”
cümlesiyle başlayan bir yorum varsa karşınızda bence yorumu okumayın bile.
Yorumu okumakla kaybedeceğiniz zamanı filmi izlemeye başlamak için kullanın.
Kullanın ki bir an önce bu başyapıttan geri kalmayın. Bu önerime rağmen yinede
yorumu okumaya devam edecekler olduğunu varsayıp ufak notlar vereyim filmden.
Aslında film bir arkadaşımın çok
ama çok zekice “sınav kağıtları” bölümünü anlatmasıyla ilgimi çekti. “Ama çok
iyi bir film değil” diye eklemesine rağmen o iyi fikir uğruna bile izlenir bu
film dedim kendi kendime. Ve filmden sonra önce arkadaşıma sonrada kendime
teşekkür ettim.
O kadar eğlenceli ki film bir
saniyesinde bile sıkılmayacaksınız. Hikayesi baştan sizi alıyor içine. Hep bir
merak unsuru var. Filmin aslında birden çok finali var. Merak ettiğiniz ve
filmin sonunda öğreniriz artık dediğiniz bir çok şeyin cevabını filmin
ortalarında öğrenmeye başlıyorsunuz. Bu yönü de Slumdog Millionaire’e
benzetiyor filmi. Aslında en az onun kadar iyi bir film olmasına rağmen çok
duyulmamış olmasının nedeni içinde bir Amerikan parmağının olmaması. Fakat bollywood
sineması hollywood sinemasına karşı güçlü duruşunu devam ettiriyor.
Film eğlenceli olmasına rağmen
aynı zamanda derin içeriğe sahip. “Hayallerinin peşinden koş” klişesini o kadar
güzel işliyor ki klişe olmaktan çıkartıyor. Nesneleri (mesela kalem) o kadar
güzel kullanıyor, öyle güzel anlamlar yüklüyor ki kaleme bile hayran
kalıyorsunuz. Eee tabi bollywood filmi diyorsak müzik ve dans olacak. Danslar
konusunda yorum yapmayacağım fakat müziklerini film bittikten sonra dinlemeye
devam ettim. İlk dinleyişte bile oturuyor kulağa şarkılar. Bu yönüyle de slumdog’la
çok rahat yarışır.
Yönetmen, senarist yada
prodüktör. Kim ise bu filmin fikir babası ülkesini tanıtmayı ilke edindiği
kesin. Hindistan hakkında o kadar çok öğreniyoruz ki filmde kalkıp gitsek
zorlanmayacağız yani. Asıl önemli olan film bunu yaparken bırakın sıkmayı,
acayip şekilde eğlendiriyor bizi.
Sadece eğlence mi var filmde.
Kesinlikle hayır. Gözlerinizin dolacağı sahnelerde oldukça fazla.
Oyuncuları neredeyse tanımıyoruz.
Bir tek Rancho rolüyle izlediğimiz Aamir
khan’ın Ghaniji filmini izleme şansı bulmuştum. Orada da çok farklı bir rolde
iyi bir iş çıkarmıştı. Ayırmadan söylüyorum hepsi ama hepsi çok çok iyi
oynuyorlar. Fakat ben her filmde bir favori oyuncu seçiyorum kendime. Bu filmde
ise favorim Chatur rolüyle izlediğimiz Omi Vaidya. Abartılı oyunculuğu ve
iticiliği ile muhteşem bir iş çıkarmış.
Yorumu buraya kadar okuyup vakit kaybetmişseniz
bile bari bundan sonra vakit kaybetmeyin ve bir an önce filmi izleyin lütfen.
İyi seyirler….
9 Şubat 2012 Perşembe
TUDORS VE GAME OF THRONES SEVENLERE EMMERİCH'DEN BİR BONUS
Yönetmenlerin başka tarzda filmler yapmasını seviyorum ben.
Farklı bakış açları derin içeriğe görsellik ve yahut görselliğe derin içerik
kazandırabiliyor. İşte karşımızda bunun harkulede bir örneği. Büyük felaket
filmlerinin büyük yönetmeni Emmerich’den aklımızı karıştıran, tudors ve game of
thrones tadında bir film. O kadar güzel harmanlanmış bir film ki hangi çekici
tarafını anlatmaya başlayayım bilemedim doğrusu. Taht savaşlarımı? Var. Entrikalar
mı? Var. arzular mı? Var. Görsellik mi? Var. Ve en önemlisi aklımızda çok büyük
soru işaretleri bırakan iddialar var filmde.
Her şeyi bir kenara bırakacak olsak bile gelmiş geçmiş en büyük tiyatro
yazarı William Shakespeare
hakkında öğrendiğimiz “gerçekler” filmi çok ama çok cazip hale getiriyor. Film
biter bitmez Shakespeare hakkında
araştırma yapma gereği hissettim. Sağ olsun google hazretleri her işi kolay
kılıyor artık. Hayatının büyük bir bölümü hakkında bilgi yok. Tüccar ve
oyunculuğu biliniyor. Fakat filminde özellikle üstüne gittiği hiç el yazısının
olmaması akılda çok büyük soru işaretleri bırakıyor. Filmde elinde geldiğince
bu soru işaretlerinin üstüne gidip, çok inanılası şeyler fısıldıyor
seyircisinin kulağına.
Oyunculuklar
üstüne konuşmaya gerek yok bile. O kadar büyük filme rağmen oyuncu yönetimini
beğenmediğim Emmerich bu sorunu fazlasıyla aşmış. Ben jonson’u canlandıran
Armesto’nun çok ama çok etkileyici ses tonu dikkatimi çekti. Karayip
korsanlarında İspanyol kralı Ferdinand’ı da canlandıran Armesto’yu bundan sonra
daha sık izleyeceğiz gibi görünüyor.
İyi mekânlar
, iyi oyuncuklar, zekice kurgulanmış bir senaryo… İyi bir film izleyeceksiniz. Şimdiden
iyi seyirler…
6 Şubat 2012 Pazartesi
MODERN ÜSTÜ ÇAKMA ROBİN HOOD....
“Ahhh ahhh ve de bir kez daha ahhh. Bu büyük zeka nasıl
olurda kendini bu kadar basitleştirebilir. Basit bir modern üstü robin hood
çakması film değil senin yapman gereken sayın Andrew Niccol. Umarım bu çağrımı
duyup kendine çeki düzen veririsin” deyip kendimi çok büyük bir sinema
eleştirmeni yapıp yönetmeni azarladığım nutkumu bitirdiğimde film hakkındaki
görüşümü belli etmiş oldum zaten. Yönetmeni, gözümüzde büyütüp aslında çok da
kötü olmayan bu bilim kurgu filmini beyaz gömleğindeki leke olarak gösteren
başyapıt altı işler yapmış olması. “The Truman show”da bu adamın zihninin eseri “lord of war” da. Bu
iki mükemmel referans diğer filmlerini yazmamızı gereksiz kılmaya yetiyor. Hem
iyi senarist hem de iyi yönetmen olan bir adam bu kadar mantık hatasıyla dolu bir film
yapabilir mi. Filmin hemen başında ana
karakter Will Salas bize gelecektesiniz ve durum budur diye güzel bir açıklama
yapıyor. Fikir çok iyi. Herkes 25 yaşına kadar geliyor ve vücut bu yaştan sonra
genetik olarak yaşlanmıyor. Herkes güzel herkes yakışıklı( bu haliyle bana
biraz suretler filmini hatırlatmadı değil). Fakat sonra ancak 1 seneniz kalıyor
yaşamak için. Uzun yaşamak için çalışmanız lazım. Para değil zaman kullanılıyor
artık. Bu açıklamalardan sonra yönetmen referansıyla da harika bir film
izleyeceğiz galiba dedim. Fakat film ilerledikçe bu heyecan kendini hayal
kırıklığına bıraktı. Karakterlerin altı boş. Beni tek tatmin eden karakter
zaman koruyucusu raymond leon. Diğerlerinden farklılaşıyor hep. Filmde bir çok
mantıksızlık var. Mesela silahlar. Her şey ilerlemiş silahlar aynı. Zaman çok
çok değerli fakat çok ve de çok kolay çalınabiliyor. Annesini düzene kurban
vermiş adam hırslanır. İntikam alacak, düzeni değiştirecektir. Fakat poker
oynayıp, zengin kızlarla yüzerek bunu yapmak gibi “mükemmel” bir planı vardır..
Justin’in
oyunculuğu hiç sırıtmıyor beklide ilk başrolü diyebileceğimiz film de.
Yakışıklı ve karizmatikte olunca Hollywood için sorun kalmıyor. Bundan sonra
onu çok daha fazla izleyeceğiz anlamına geliyor bu. Amanda Seyfried
güzelliğiyle renk katmış filme. Bunun dışında olumlu veya olumsuz bir yorumu
hak etmiyor. Anlayamadığım tek şey kendinlerini neden bu
güzel sarışının saç rengini değiştirmek zorunda hissetmişler.
“Fakirler hızlı, zenginler yavaş yaşar” fikri benim en beğendiğim fikirdi. Ve tabiî
ki arabalar. Benim gibi motor sesi ruhunuzu okşayan o Amerikan klasiklerini
seviyorsanız bu filmi hiç ama hiç düşünmeden izleyin. İyi kötü bir sürü bu
eleştiriden sonra özet olarak izlenebilir fakat çok şey beklenemeyecek bir film
duruyor karşımızda. İyi seyirler..
1 Şubat 2012 Çarşamba
BÜYÜK BÜYÜK DEDEMİZDEN BİZE KALAN...The Descendants
Aslında film bizim mükemmel
"film adı çevirisi" çetemizin son kurbanı. İnanın benim attığım
başlık çok daha iyi bir isim olurdu. Neyse bu küçük ama bence önemli ayrıntıyı
görmezden gelip filmin hakkını yemeyelim. Baştan şunu belirteyim film daha
vizyona girmediğinden ve muhtemelen izlenmemiş olmasından ufak notlarla sizi
filmi "VİZYONA GİRDİĞİNDE" izlemeye teşvik etmekten öteye
gidemeyeceğim. Aslında filmin izlenilmeye teşvik edilmesi için herhangi bir
nota ihtiyacı yok. Çünkü aldığı Altın Küreler( dram dalında en iyi film ve en
iyi erkek oyuncu) ve en iyi film ve en iyi erkek oyuncu gibi en baba iki dal
dahil bir çok oscar adaylığı filmi yeterince çekici kılıyor zaten. Fakat film
hakkında yazılan" bağımsız amerikan sinemasının güzel örneklerinden"
görüşüne pek katılamayacağım. Daha doğrusu özellikle ülkemizde bu yorumun filmi
itici kılacağı görüşündeyim. Film bunu hakketmeyecek kadar çekici çünkü. George
Clooney'niyi hep karizmatik ve cool izleyecek değiliz ya.İşte kendi halinde
hatta “ezik” bir karakter. Ama bu adam büyük oyuncu. Her şeyin altından
başarıyla kalkıyor.
Clooney dışında çokta göz aşinalığımız
olan isimler yok filmde. Fakat hepsi çok iyi oyuncular. Hatta sadece hastanede
yatakta gördüğümüz Patricia Hastie (lost dizisinde barfly rolünde görmüştük)
bile. Matt king in filmin başında hawai de yaşamak adına attığı nutuk bile film
izlenmesi gerekenler arasına alıyor ve “ahhhh bir tatile gidebilsem” diye
yakınan bizlere güzel bir ders veriyor.
Buna rağmen o muhteşem sahilleri görüp içimizden “ahhhh bir tatile
gidebilsem” diye iç geçirmemek imkansız.
Dram komedi filmi aslında pek
izleyebildiğimiz film türü değil ama Alexander Payne bu türde mükemmel
referanslara sahip( sideways (2004) ve about schmidt (2002)) bir yönetmen. Yani
hem yazar hem oyuncu hem yönetmen hem yapımcı olan bu adam bu işi iyi yapıyor. Filmini
tereyağından kıl çeker gibi zihnimize empoze ediyor ve söylemek istediklerini
bizi hiç sıkmadan söylüyor.
Aile ilgili evrensel mesajlara
sahip olsada aslında film Amerikan yaşam tarzı ve yarattığı sorunlar üzerine
daha sert gidiyor. Ama bana çekici gelen kısmı gördüğüm en iyi miras
yaklaşımına sahip olması. Çok rahat diyebilirim ki “ Miras” olgusuna bakış
açımı değiştirdi film. Matt’in bu konu hakkındaki duruşu hatta cimriliğe kaçan
davranışları bence kendisine maddi manevi miras kalan herkesin dikkatle
irdelemesi gereken şeyler. “Bize kalan her ne olursa olsun bunu gerçekten
hakkediyor muyuz” sorusu film izledikten sonra kendime sorduğum ilk soru oldu.
Ve en az birincisi kadar önemli bir diğer soru daha “ ben bu adamın yerinde
olsam ne yapardım” . Matt king’ in sadece miras konusunda değil başına gelen
her şey konusunda duruşu bence çok önemli. Bir çoğu bizim klasik türk erkeği
yapısına uymasa da kendimizi matt’in yerine koyup ben ne yapardım acaba diye
düşünmeden yapamıyoruz.
Sözün özü film hiç sıkılmadan
izlenilecek, bittiğinde damağımızda güzel bir tat bırakacak eğlenceli bir dram. Filmde en çok beğendiğim
karakterin (matt king dışında) sid olduğunu belirtmeden edemeyeceğim. Bu çocuk
açık sözlü olmakla patavatsızlık arasındaki ince çizgiyi çoktan geçip
patavatsızlık denizinde yüzüyor bile. İyi Seyirler…
30 Ocak 2012 Pazartesi
HANGİMİZ KENDİ DERİMİZDEYİZ
İçinde yaşadığım deri, tam bir Almodovar filmi. Almadovar filmi izliyorsanız biraz rahatsız olacaksınız. Müzikleriyle kendinizden geçeceksiniz. Ve sonunu merakla bekleyeceksiniz. Fakat şimdiden söyleyeyim bu film beni biraz fazla rahatsız etti. Almodovar cinselliği çoğu zaman yaptığı gibi “olması gerekenden çok daha farklı” kullanmış. Fakat bu kez biraz aşırıya kaçmış. Sadece bu yönüyle bile “herkesin
sevebileceği bir film” olma hakkını kaybediyor içinde yaşadığım deri.
Filmde mekan kullanımları tek kelimeyle harika, zaten bu kadar büyük bir yönetmenden daha kötüsü beklenemezdi. Fakat benim en çok ilgimi çeken yer Vera nın odası oldu. Kadın ve cinsellik üzerine muhteşem tasvirler. Beklide filmin verdiği en derin mesaj burada saklı.
Asırlardır süregelen “sanatçı için sanat - toplum için sanat” tartışmasında yönetmen Vera ile “sanatçı için sanat”tarafında çok güçlü şekilde saf tutuyor.
Çılgın doktor, sadık uşak ve “ yarı masum” kurban(hasta) sanırım bu tür bilim kurguların vazgeçilmezi. Evin sadık hizmetçisinin neden bun kadar sadık olduğunu anladığımda aklımıza ister istemez çocukluğumuzun klasikleri brezilya dizileri gelmedi değil. Hizmetçiyi oynayan Marisa parades gerçekten etkileyici. Hatta Banderasın önünde. Daha doğrusu bütün oyuncular Banderasın bir tık önünde bence. Fakat tekrar edeyim en etkileyici oyuncu yanında kusursuz güzelliğiyle duran Elena Ayena rağmen Marisa. Filme yakıştıramadığım tek isimse Zeca ile beklide en kilit rolü kapmış olan Roberto Alamo. Kötü oyuncu demek haddimize değil fakat bir tutam daha karizmatik biri olsa fena olmazdı bence. İçinde Yaşadığım Deri İzlenilesi olan fakat eğlenilesi olmayan bir film. Belirmeden edemeyeceğim Ana Mena’ın ( Küçük Norma) solusu Penelope Cruz’un “Volver” filmindeki muhteşem solo performansını hatırlatmadı değil…. İyi Seyirler…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)